24 Nisan 2013 Çarşamba

Roller..


Niye sürekli rol yapmak zorunda kalır ki insan? Niye hiç bir zaman kendisi olamaz?


Çevreni mutlu etmek için depresyonun derinliklerinde dahi olsan sen de mutlu gibi davranmak zorunda kalırsın.

Çevren de bir mutsuzluk hakimse sen de mutsuz görünmek zorundasındır.
Sırf etrafını memnun etmek için dikenler vücudunu delik deşik etmiş dahi olsa, hafif bir tebessüm eder, hayatından memnun gibi davranırsın.

İnsan hayatı siyah beyaz bir fotoğraftan ibaret aslında. Hiç bir zaman göründüğün gibi olamaz, bir efekt altında kaybolmak zorundasındır. Bir kuyunun dibine atılan taşın suya çarpma sesini duymayı beklemek gibi, çevrendeki insanların seni rahat bırakmasını beklersin. Rahat bıraksınlar ki gönlünce, salyalar saçarak ağlayabilesin.


Ateşe atılmış büyük bir odun parçasının içinde kısılmış karıncalar gibi sadece beklersin. Ne olacaksa olsun diye.


Ağlamak çok rahatlatıcıdır derler, eğer ağlayabilirsen. Ağlamak aslında hiçte göründüğü kadar kolay değildir.. Ne ağlayabilmek, ne göz yaşlarını tutabilmek. Çöken bir binanın içinde kısılıp kalmış parça parça olmuş aynalar gibi.


Karşındaki kişi mutlu olsun diye çoğu şeyden vazgeçmek te bir roldür aslında. Sırf o mutlu olsun diye en çok istediğin şeylerden uzaklaşırsın -çalışırsın- ki başka insanlar mutlu olsun. 


Susmak erdemdir. Neden ? Neden erdemli yaşayalım ki? Neden duygularımızı açıkça belli etmeyelim?


Çünkü dünya bunu gerektirir. Mutluluk sabit bir değerdir. Mutlu olmaya çalışan insan sayısı arttıkça, sana düşen mutluluk payı da o derece düşer. Sonsuz bir yalnızlık ve karamsarlığın içine düşersin. Mazgallardan düşen son baharın son dökülen yaprakları gibi. Eğer inat edip düşmezsen, lanet bir kişi seni süpürgesiyle o sonsuzluğun içine süpürür.


Hayat kimseye adil davranmaz. İnsanlar da öyle. Sömürmek hepimizin doğasında var. Bazen bir petrol kaynağını, bazense karşındaki insanın mutluluğunu..


Roller bitmez, tükenmez. İnsanlar rolleri kendilerine yaptıklarını düşünür ama aslında sadece etrafına rol yaparsın. Hayallerini tek bir bıçak darbesiyle öldürür toprağa bile gömmeden dipsiz bir kuyunun içinde çürümeye terk edersin.


Hayat çok laubali. Tıpkı kulisten kovmana rağmen zorla içeri girmeye çalışan bir grup hayran gibi...

22 Nisan 2013 Pazartesi

UYARI!



Metinler şizofrenik gelebilir, ileri etkilerde depresyon 

sonrasında intihara sürükleyebilir.
-Müdüriyet-

Terk edilmişlik..


                 Terk edilmişlik ya da kötü bir ismiyle daha unutulmuşluk.. 
İnsanın yaşam süresi boyunca -ya da yaşayabildiğini sandığı kadarıyla- en kül edici durumlardan birisidir bu, şüphesiz. 

                 Yapacak hiçbir şey bulamadığında, bir şeyler yapacak hiçbir kimse bulamadığında o zaman ufaktan bir giriş yapmış bulunursun terk edilmişlik duygusuna..   İlkbaharın masum rüzgarları altında, sadece odanın camından esen serin havayla baş başa kalırsın. Kuşlar içlerindeki yaşama sevincini ayarsızca etrafa kusarken, senin tek yaptığın bilgisayarının klavyesiyle doyasıya sürtünmek olur. 


                 Bazen zaman gelir "acaba ölsem ne olur?" diye düşünmeye başlarsın. Ama tabii ki öyle bir şey -cesaretin olmadığı için- yapmayacağın için, sadece saçmalamakla kalırsın. Hayat seni bokun içine sürüklemeye başlar.. Hayat enerjinin bir kara deliğe hapsolmuş gezegen kalıntısı gibi çekildiğini hissedersin çoğu zaman. Zaman sanki terk edilmiş bir benzin istasyonunda, çürüyen petrol kamyonunun kasasına kısılmış gibi gelir. 


                  Bazı kendini bilmezler ise sana yaşama enerjisi pompalamaya çalışır. Ama bilmez ki motora giden yakıt pompası yüzyıllar önce kopmuştur. Akan yaşam enerjisi adeta asfalta dökülmüş tonlarca kızartma yağı gibi dünyayı kaydırmaya yarar. Gerisi ise gösterip yok olur..


                  İnsan hayatı çok garip, yaşamaya çalışırken yaşayamayan, görmeye çalışıp kör kalan, duymaya çalışıp kulak zarlarını patlatan, dokunurken elleri kesilen insanlar kadar.


                  Binaenaleyh, hayat gerçekten çok anlamsız.. Terk edilmek, unutulmak çok saçma, salçalar çok yapay..


4 Nisan 2013 Perşembe

Başlangıcın sonu..




Bir çay demleyeceksin,
Ya da güzel bir kahve yapacaksın.
Bir Frank Sinatra ya da Chet Baker plağı,
Hafif hafif..
Alıyorsun kitabını önüne,
Battaniyeyi dizlerine örtüyorsun.
Dışarıda hafif bir yağmur kendi çapında cama yavaş yavaş vuruyor.
Bir an kafanı kitaptan kaldırıp cama bakıyorsun.
Ve kendi hallerinde akmaya çalışan yağmur damlalarına.. 
Her ne kadar cama yapışmış olsalarda.
Vapurun düdüğü havada yankılanırken,
Cama bakıp hayatı düşünüyorsun.
Yalnız da olsa, birlikte de olsa amaçsızca akıp gidişini..
Düşündükçe işin içinden çıkamıyorsun, geçmiyor zaman.
O sırada plak bitiyor.
O derin çıtırtı sesinin içinde boş olarak dönen plağa bakıyorsun.
Kalkıp plağı değiştirmekle derin düşünceler içinde kalmak arasında gidip gelirken;
Kahveyi üzerine döküyor, okkalı bir küfür sallıyorsun.
Ayağa kalkmaya çalışırken;
Battaniyeye dolanıp düşüyor ve kafanı pikaba çarpıp ölüyorsun.

Zaman Kötü..

Zamanında kaybolurken senin,
Gözlerindeki benliğim,
Sendeki kimliğim,
Yüzündeki gülümsemen,
Benim tek tesellim..