7 Eylül 2013 Cumartesi

Hastalık..


     



     Yaşamak, tek bir tedavisi olan bir hastalıktır. Tedaviyi ise ne zaman alacağının belli olmadığı.. Ucuzdur kimi zaman, bedavadır çoğunlukla. Çok pahalıya patladığı da olur bu tedavinin. 

     Ne olduğunu herkes bilir ama bilmezden gelir. Korkar bazıları ondan, bazısı osmanlı ordusundaki deliler gibi gider üzerine, korkusuzca. Floem'i kesilmiş bir ağaç gibi çaresizsindir karşısında. Zamanın geldiğinde gidersin, bazen zamanını sen belirlersin.. 

.
Sadece "erkene" alıp, asla "geç" kalamazsın..
.

"Keşkelemek" diye de bir hastalık vardır, tıp literatüründe geçmez ama herkes bilir onu.

.
"Keşke daha önce arasaydım.", 
"Keşke öyle demeseydim.", 
"Keşke zamanı geri alabilsem."
"Keşke, Keşke, Keşke......
.

"Keşkeleyerek" geçirirsin bir takvim yaprağını -ya da tomarını-. Bu hastalığa yakalananların tek bir ortak özelliği vardır; "Hayatı pişmanlıklarla doludur.

     Belirtileri ise daha vahimdir.. "Keşkelemek.", "Depresif ruh haliyle doyasıya sevişmek.", "Hayatının çok boktan olduğunu savunmak.", uzar gider bu depresyon belirtileriyle benzerlik gösteren illet.. Çaresiz, amansız bir hastalıktır. Tedavisi yoktur, bulaşıcı da değildir. Yalnızca yakalanan insanı "sonsuz intihar planlayıcısıkonumuna getirir. Bazen sadece planda kalmadığı da olur.

     Bazen siktiri yediğin zaman ölmek istersin, kafasını toprağa gömdüğü sanılan deve kuşu gibi ortadan kaybolmak istersin, sen öyle sanırsın.. Karaya vuran balinalar gibi "Yaşamak" hastalığından kurtulmaya çalışırsın ama beceremezsin. Sen zaten becerilmişsindir

     Velhasıl kelam hayat kısa, insanlar bıkkın, çiçekler solgun.. Keşkeler ve pişmanlıklar insanı çölde kısılıp kalmış bir yaban arısı gibi çaresiz bırakır..

23 Ağustos 2013 Cuma

Yaşlı Bir Hayat..





Yaşlı bir çoban köpeği gibiydi hayat.
İnsanlardan korkan, tiksinen..
Ama onlarsız yapamayan.

Yaşlı bir sokak köpeği gibiydi hayat.
Sokakları arşınlayan, orada yaşayan.
Ama sıcak bir yuva arayan.

Yaşlı bir yavru köpek gibiydi hayat.
Genç ama yaşlı, her şeyi tanıyan..
Ama tanımaya çalışırken tükenen.

Yaşlı bir çoban gibiydi insanlık.
İnsansız mutlu, huzurlu..
Ama insana hasret.

Yaşlı bir söğüt ağacı gibiydi hayat.
Köklerini derinlere uzatan..
Ama dibe uzattıkça boydan kırpılan.

Yaşlı bir sonbahar gecesiydi hayat.
Gözü yaşlı bir sevgili gibi camda..
Gözü dışarıda bir kevaşe gibi barda.
Gözlerinden nefret fışkıran,
Genç bir düşman askeri gibi sahada.

Hayattı bu, yaşamadan biten.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Yolcu..





Asfalta temas eden lastikler,
Umarsızca fırlatıp atar çakılları.
Umurunda olmaz sürücünün ve aracın,
Onun için tek amaç yolda olmaktır.

Güneş terletirken montun içerisinde,
Kaska çarpan sinekleri izler.
Vizörü hafifçe aralar ve rüzgarı hisseder.
Yani özgürlüğün ne demek olduğunu.

Yol bitmesin ister, varmamak ister.
Yorulursa da bir ağacın altında dinlendirir;
Vücudunu ve motorun ateşini.
Fazla kalamaz orada, yol bekler..

11 Temmuz 2013 Perşembe

Bunalım, bunalmak.



     Bunalmaktan bile bunalmak vardır. 
Siyah & Beyaz bir fotoğraf karesi gibi duygusuz, sessiz ve donuk.

     Her şeyin üst üste geldiği ve sizi tükettiği zamanlarda, fotoğraf olmak aslında en güzel şeydir. Orada öylece dikilmek, sonsuza kadar -ya da negatifi kaybolana kadar- orada kısılıp kalmak. 


     Belki Moda Sahili, İzmir Kordon ya da bol kokulu bir Ergene nehri kenarı bile olabilir kısılıp kalacağın yer. Yeter ki uzak ol her şeyden. Sokakları arşınlama, kal oturduğun yerde.. Bir fincan kahve yapmayıver kendine, hatta bırak nefes bile alma, bırak insanların oksijenini tüketmeyi..


     Ama kaçmak imkansızdır, kaçan kovalanır çünkü. Yalnızsındır, yalnızlık kovalar seni günler boyunca. Yıllar geçer anlamazsın, günler geçmez ama..


     "İhtiyarlamak, işlemediğiniz bir suç yüzünden cezalandırılmaktır."  Der bir kitapta. Bir fotoğraf asla yaşlanmaz. Bu yüzden bir fotoğraf olmak her zaman daha güzeldir, bu yüzden insanlar albümleri fotoğraflarıyla doldurur.. Eskilere bakmak, o zamanda yaşamak için.


     Kime sorsan uzaklara kaçmaya ihtiyacım var der.. Peki neresi bu "uzaklar" ? Bir insan ne kadar uzağa gidebilir ki bir sabitlik içerisinde? Dünya üzerinde bulunduğun yerden ne kadar uzaklaşsan da, aslında oraya ters yönde o kadar yaklaşıyorsun. Sonsuz bir yuvarlak.. Hamster'ın yuvarlakta hiç bir yere ulaşmadan koşması gibi. Aslında sen yürümüyorsun, bastığın yer dönüyor.


     Acabalar esir alıyor seni anlamadığın bir anda. Keşkeler kuşatıyor seni yıllar, günler gibi geçtikçe. Pişmanlıklar parça parça ediyor bedenini. Kendinden bile sıkılıyor, kendine küfürler savurarak, kendin olmaya devam ediyorsun.. Ne acı değil mi? 


Bunalımdan bunalıyorsun kısaca..

24 Nisan 2013 Çarşamba

Roller..


Niye sürekli rol yapmak zorunda kalır ki insan? Niye hiç bir zaman kendisi olamaz?


Çevreni mutlu etmek için depresyonun derinliklerinde dahi olsan sen de mutlu gibi davranmak zorunda kalırsın.

Çevren de bir mutsuzluk hakimse sen de mutsuz görünmek zorundasındır.
Sırf etrafını memnun etmek için dikenler vücudunu delik deşik etmiş dahi olsa, hafif bir tebessüm eder, hayatından memnun gibi davranırsın.

İnsan hayatı siyah beyaz bir fotoğraftan ibaret aslında. Hiç bir zaman göründüğün gibi olamaz, bir efekt altında kaybolmak zorundasındır. Bir kuyunun dibine atılan taşın suya çarpma sesini duymayı beklemek gibi, çevrendeki insanların seni rahat bırakmasını beklersin. Rahat bıraksınlar ki gönlünce, salyalar saçarak ağlayabilesin.


Ateşe atılmış büyük bir odun parçasının içinde kısılmış karıncalar gibi sadece beklersin. Ne olacaksa olsun diye.


Ağlamak çok rahatlatıcıdır derler, eğer ağlayabilirsen. Ağlamak aslında hiçte göründüğü kadar kolay değildir.. Ne ağlayabilmek, ne göz yaşlarını tutabilmek. Çöken bir binanın içinde kısılıp kalmış parça parça olmuş aynalar gibi.


Karşındaki kişi mutlu olsun diye çoğu şeyden vazgeçmek te bir roldür aslında. Sırf o mutlu olsun diye en çok istediğin şeylerden uzaklaşırsın -çalışırsın- ki başka insanlar mutlu olsun. 


Susmak erdemdir. Neden ? Neden erdemli yaşayalım ki? Neden duygularımızı açıkça belli etmeyelim?


Çünkü dünya bunu gerektirir. Mutluluk sabit bir değerdir. Mutlu olmaya çalışan insan sayısı arttıkça, sana düşen mutluluk payı da o derece düşer. Sonsuz bir yalnızlık ve karamsarlığın içine düşersin. Mazgallardan düşen son baharın son dökülen yaprakları gibi. Eğer inat edip düşmezsen, lanet bir kişi seni süpürgesiyle o sonsuzluğun içine süpürür.


Hayat kimseye adil davranmaz. İnsanlar da öyle. Sömürmek hepimizin doğasında var. Bazen bir petrol kaynağını, bazense karşındaki insanın mutluluğunu..


Roller bitmez, tükenmez. İnsanlar rolleri kendilerine yaptıklarını düşünür ama aslında sadece etrafına rol yaparsın. Hayallerini tek bir bıçak darbesiyle öldürür toprağa bile gömmeden dipsiz bir kuyunun içinde çürümeye terk edersin.


Hayat çok laubali. Tıpkı kulisten kovmana rağmen zorla içeri girmeye çalışan bir grup hayran gibi...

22 Nisan 2013 Pazartesi

UYARI!



Metinler şizofrenik gelebilir, ileri etkilerde depresyon 

sonrasında intihara sürükleyebilir.
-Müdüriyet-

Terk edilmişlik..


                 Terk edilmişlik ya da kötü bir ismiyle daha unutulmuşluk.. 
İnsanın yaşam süresi boyunca -ya da yaşayabildiğini sandığı kadarıyla- en kül edici durumlardan birisidir bu, şüphesiz. 

                 Yapacak hiçbir şey bulamadığında, bir şeyler yapacak hiçbir kimse bulamadığında o zaman ufaktan bir giriş yapmış bulunursun terk edilmişlik duygusuna..   İlkbaharın masum rüzgarları altında, sadece odanın camından esen serin havayla baş başa kalırsın. Kuşlar içlerindeki yaşama sevincini ayarsızca etrafa kusarken, senin tek yaptığın bilgisayarının klavyesiyle doyasıya sürtünmek olur. 


                 Bazen zaman gelir "acaba ölsem ne olur?" diye düşünmeye başlarsın. Ama tabii ki öyle bir şey -cesaretin olmadığı için- yapmayacağın için, sadece saçmalamakla kalırsın. Hayat seni bokun içine sürüklemeye başlar.. Hayat enerjinin bir kara deliğe hapsolmuş gezegen kalıntısı gibi çekildiğini hissedersin çoğu zaman. Zaman sanki terk edilmiş bir benzin istasyonunda, çürüyen petrol kamyonunun kasasına kısılmış gibi gelir. 


                  Bazı kendini bilmezler ise sana yaşama enerjisi pompalamaya çalışır. Ama bilmez ki motora giden yakıt pompası yüzyıllar önce kopmuştur. Akan yaşam enerjisi adeta asfalta dökülmüş tonlarca kızartma yağı gibi dünyayı kaydırmaya yarar. Gerisi ise gösterip yok olur..


                  İnsan hayatı çok garip, yaşamaya çalışırken yaşayamayan, görmeye çalışıp kör kalan, duymaya çalışıp kulak zarlarını patlatan, dokunurken elleri kesilen insanlar kadar.


                  Binaenaleyh, hayat gerçekten çok anlamsız.. Terk edilmek, unutulmak çok saçma, salçalar çok yapay..


4 Nisan 2013 Perşembe

Başlangıcın sonu..




Bir çay demleyeceksin,
Ya da güzel bir kahve yapacaksın.
Bir Frank Sinatra ya da Chet Baker plağı,
Hafif hafif..
Alıyorsun kitabını önüne,
Battaniyeyi dizlerine örtüyorsun.
Dışarıda hafif bir yağmur kendi çapında cama yavaş yavaş vuruyor.
Bir an kafanı kitaptan kaldırıp cama bakıyorsun.
Ve kendi hallerinde akmaya çalışan yağmur damlalarına.. 
Her ne kadar cama yapışmış olsalarda.
Vapurun düdüğü havada yankılanırken,
Cama bakıp hayatı düşünüyorsun.
Yalnız da olsa, birlikte de olsa amaçsızca akıp gidişini..
Düşündükçe işin içinden çıkamıyorsun, geçmiyor zaman.
O sırada plak bitiyor.
O derin çıtırtı sesinin içinde boş olarak dönen plağa bakıyorsun.
Kalkıp plağı değiştirmekle derin düşünceler içinde kalmak arasında gidip gelirken;
Kahveyi üzerine döküyor, okkalı bir küfür sallıyorsun.
Ayağa kalkmaya çalışırken;
Battaniyeye dolanıp düşüyor ve kafanı pikaba çarpıp ölüyorsun.

Zaman Kötü..

Zamanında kaybolurken senin,
Gözlerindeki benliğim,
Sendeki kimliğim,
Yüzündeki gülümsemen,
Benim tek tesellim..

17 Mart 2013 Pazar

Ölüm Sevgisi.



Bir insan ölümden korkmadığı zaman ölümü sevmiş mi oluyor?
Kimi zaman ölmeyi istediğinde, bu o insanı ölü sevici mi yapar?
Ölümü kurtuluş olarak görmek, ölümü sevmek değildir..

Bu hayatta yaşamak, aslında ölümü beklemektir..
Çünkü her şeyin sonu boşluktur.


31 Ocak 2013 Perşembe

Düşünmek..

Düşünmek çoğu zaman vakit kaybıdır. 
Bazen karar verip sadece yapmak gerekir. Çünkü sonunu ya da olabilecek ihtimalleri düşündüğün zaman çoğunlukla yapmaktan vazgeçer ve tipik kaybeden olursun. 

"Asıl kaybetmek denen şey pişmanlık ve keşkelerdir aslında.."

Yapman gereken zaman geçtiğinde sadece pişman olursun ve o halinle kalırsın. Gerçek bir kaybedensindir işte o zaman. Hayat akıp gittiğinde ve seni geride bıraktığında Chet Baker'ın da dediği gibi "Time after time" da takılı kalırsın.  

"Neden ben? Neden hep ben geç kalıyorum?" dediğinde ya da "Neden gerekeni yapamıyorum?" dediğinde gerçeklerin farkına varırsın. Uzun süredir aklına olan ya da bunu şimdi yapacağım dediğinde bir şeyler engeller seni.. İşte o senin mutlu olmanı istemeyen lanet beyninin bir parçasıdır. Seni hep geride bırakan ve pişmanlıklar içinde boğulup dibe gömülmeni sağlayan beyninin lanet duygudan uzak olan kısmıdır.  

İçinden ne kadar çok istesen de kelimelere dökemez, saçmalar durursun. Bu durumda konu uzaklaşır ve senden soğur, hayattan soğur gider, öylece gider..

Sen de her zamanki kaybeden tarafınla baş başa kalırsın. Yine Chet Baker'ın dediği gibi "I fall in love too easly." durumu gelir bazen. Sadece sana öyle gelir aslında. Aşık falan olmazsın, sadece aşık olmaya ihtiyacın olduğunu düşündüğü için o lanet beynin sana oyun oynamaya, saçmalatmaya başlar. Sözler mantıksızlaşır, cümleler anlamsızlaşır, hayat seni tıpkı bir lavabonun içine atılmış hamam böceğine çevirir.. Ve sonunda yaptığı şey musluğu açıp senin lavabonun deliğinden bilinmezliğe doğru boğularak gittiğini izlemektir.

Hayat çok anlamsız, insan vücudu çok işlevsiz.. Özellikle de yukarıdaki "beyin" denilen kısmı.. 

"Hayat aslında bazen sadece kaybetmekten ibarettir.."